5.3.09

Uyarılmadığımız risklere dikkat çeken bir sergi amaçladım


Dün Hürriyet Daily News gazetesinde Vercihan Ziflioğlu'nun kaleminden, son sergim hakkında bir haber söyleşi yayınlandı. Vercihan'ın izniyle, onun sorularına verdiğim, çok az bir bölümünün yayınlanmasını sağlayabildiği cevaplarımı buraya taşımak istedim. Zihin açıcı olacağı umuduyla...

Uzun yıllar önce İsveç'e göç etmiş olmanıza karşın anlıyoruz ki içinizde ait olup olmama sorununu hâlâ derinden hissediyorsunuz. Bu durum hayatınızı nasıl etkiliyor? Kendinizden yola çıkarak genel gözlemlerinizi bizimle paylaşabilir misiniz? Hiçbir yere ait olamama duygusu nasıl ele geçirir insanı? Göçmenlik hayat boyu süren bir olgu mudur?

Sadece 4 yıl oldu. Sen ”uzun yıllar” deyince kalakaldım. Ne kadar uzun demek bu tartışılır bence. Göçmenlik insanın kendini değil, göçülen ülkenin o insanı konumlandırdığı yerin tarifi daha çok. İsveç’e 30 yıl önce gelen bir insanın bile kendini göçmenden saymaması mümkün değil. Göçmen yerine kullanılan kelime burada ”invandrare”. ”Yürüyerek gelenler” demek ve İsveç devleti ya da orta sınıf bir isveçli için bu yürüyüşün bitebilmesi, bir yere ”varılabilmesi”, ”buraya ait olabilmek” mümkün değil. Hatta o insanın İsveç’te doğan çocuğa bile başka bir vatanı olmasa dahi bir ”utländsk” yani ”yabancı” olduğu her an hissettirilir. Ruhunu dibine kadar genel geçer isveçliliğin ”değerlerine” satman sana birçok kapıyı açabilir; ama bilmelisin ki yine de geriye mutlaka bir ”hiç emin olamama” tedirginliği, bir ”her an kendini yeniden kanıtlama” zorunluluğu kalır. Ne gam! Onlar ve aslında göçmenler de pek farkında olmasa da, bu ülkenin şimdi neredeyse üçte birini oluşturan ”yabancılar”, 10-15 yıl içinde çoğunluk olabilir ve saf isveçliler parmakla gösterilecek hale gelebilir. Çok kısa sürede çok şey değişecek buralarda.

Neyse, konu kaydı... ”Aitlik sorunum” çok uzundur yok. Ben onu kendi ülkemde kaybettim. Sorun çok eski: Adalet, eşitlik, özgürlük. İsveç sana ister istemez özgürlüğü solutan bir ülke. Ama diğer ikisi için aynı şeyi söylemek zor. Sadece göçmenler için mi geçerli bu dediğim? Hayır. İşsizleşenler için de geçerli, kazanılmış haklarını her gün daha çok yitiren emekliler, emekçiler için de geçerli. Ama fark şu ki, hala zenginleşmemiş ya da ünü yüzünden sahiplenilmemiş bir göçmenin toplumsal yaşamın herhangi bir zemininde diğer isveçlilerle eşit şansa sahip olduğunu kimse iddia edemez. Evet, göçmenliğin bu ülkede hayat boyu sürdüğü rahatlıkla söylenebilir. Ama dedim ya, bence ”göçmenliğin” neredeyse bir çoğunluk tanımı olacağı günler de yakında.

Çalışmalarınıza gündelik hayatın izdüşümleri yansıyor. Örneğin sıradan bir insanın bakıp geçeceği bir uyarı etiketine bile siz anlamlar yükleyip izleyiciye farklı açılardan sunuyorsunuz. Yeni serginiz de böyle bir etiketten ilham aldı. Bize anlatabilir misiniz herhangi bir asansörde olması gereken bir etiket size nasıl bir ilham verdi?

İsveç'te hemen her asansörde olması gereken bir uyarı etiketi var, herkes bilir: "Varning för klämrisk!" Yani, ”dikkat! Sıkışma riski...” Sözkonusu ana uyarının ardından gelen iki satır der ki: "Farligt att transportera gods i hissar som saknar innerdörr eller fotocell." Yani, ”iç kapısı ya da fotoseli olmayan asansörlerde eşya taşımak tehlikelidir”. Bu uyarının görseli olan çizim de bu tehlikenin istenmeyen sonucunu gösterir: Taşıdığı büyük çöp arabasının kenarı asansörün kat çıkıntısına sıkışan bir adamın kimi zaman boynu, kimi zaman göğsü, asansör aşağı inerken arabayla asansör tavanı arasına sıkışır (ve kırılır? ölür?) Etkileyici ve acımasız bir imgedir.

Ben bu iki satırı şöyle değiştirdim ve etiketi yeniden kurguladım: "Farligt att transportera själ som saknar uppriktighet eller mod". Yani, ”ruhu açık yüreklilik ya da cesaret olmadan taşımak tehlikelidir.”

Neden? Hiç düşündünüz mü dayatılan argümanları tümden değiştirmeyi, örneğin asansörlerdeki uyarıları söküp, kurgu etiketlerinizi onların yerine yerleştirdiğinizi...

Bu ülkede ve bu kentte, en eksik olan iki şey onlar. Oysa bu kentin ve bu ülkenin insanlarına en iyi gelecek şeyler de... İşin tuhafı, örneğin Türkiye’de açık yürekli ve cesur olmanın genellikle bir bedeli vardır, hatta giderek cezası da olabilir. Bu ülkede ise sadece kişiye iç rahatlığı, zihin açıklığı, ödül ve topluma da daha açık, dinamik, daha olumluya doğru evrilen bir barış verir. Varolan sahte, içe kapanık, hatta kabız ve korkak barış görüntüsü yerine...

Dediğini düşündüm elbette. Ama onu yapmak yerine, bu serginin afişlerini yeni anlam ve kurgusuyla tasarlamak ve sonra onları kentin her yanına asmak daha uygun geldi. Açılışın ardından bu haftasonu afişlemeye çıkıyorum.

Hayatımız aslında belli belirsiz uyarı etiketleri ve jargonlarıyla dolu. Biz modern dünyanın "köleleri" miyiz? Bir "sıkışmışlık" duygusu hakim mi yaşamlarımıza? "Sıkışıklık" ve "sıkışma riski" size neleri çağrıştırıyor? Bu tanımlar size ne hissettiriyor, kendinizi kimi zaman kurallar içerisinde çırpınırken buluyor musunuz?

Benim sergim aslında, bizi bu sıkışma ve daha birçok risk konusunda da uyaran etiketlerin dışında kalan ve hiçbir uyarı levhası ya da etiket ile uyarılmadığımız risklere dikkat çeken bir sergi: Çok alıştığınız bir durum değiştiğinde sadece değişiklik bile sizi rahatsız ederken acaba bu değişimin nedenini düşünebilir ve hatta o nedeni onaylayabilir misiniz? Sizin dilinizi yetersiz konuşan bir insanı gördüğünüzde, ona anlayışla ve hoşgörüyle kendinden emin ve gücü yerinde bir evsahibi olarak bakmak yerine, onun o yetersizliğine rağmen eşitiniz ve hatta en az siz kadar evsahibi olduğunu hatırlayabilir misiniz?

Bir de şöyle bir yanı var tabii bu konunun: Geçen yıllarda arkadaşlarla bu ülkede insana verilen verilen önemin –yasalar, bu uyarılar, alınan önlemler gibi- göstergelerini tartışırken, 25 yıldır burada yaşayan birimiz, bu kadar az trafik kazası olmasını ve olanlarda da ölü ve yaralı sayısının azlığını, yaralıya ödenecek sağlık masrafını hesaplayan ve en aza indirmeye çalışan devlet politikasından bağımsız düşünmememiz gerektiğini söyledi. O zaman paranoyakça gelen bu uyarıya bugün ben de katılıyorum.

Artık, neredeyse ülkeye gelen her göçmene ücretsiz dil eğitimi veren, onlardan çoğunlukla çok uzun süren işsizlikleri boyunca, uygulamalı işyeri isveççesi kurslarını esirgemeyen devlet politikası ile bu yolla istatistiklerdeki işsiz sayısını nasıl aşağıya çekebildiklerini biliyorum. Onlardan biriydim; aylar süren bu eğitim süresince bir dizi işletmenin nasıl bedava işgücü kullandığını, son güne kadar stajyerlere işe alınma umudu verildiğini, son gün nasıl kapı dışarı edildiklerini biliyorum. Nasılsa ertesi gün yeni bir stajyerler grubu bedava işgücü olarak işe alınacaktı. Bu sistem gelişerek sürüyor İsveç’te. Bu sergideki işlerimden biri, bu ”işyeri isveççesi” sınıfındaki arkadaşlarımla İsveç kültürü ve işsizlik üzerine yaptığımız bir tartışmanın ses kaydını, seçilmiş kimi Stockholm görüntülerinın ardında akmasından oluşuyor.

Sergi tanıtım, duyuru belgelerinde yeralan bir yazım var. Çağrışımsal ve İsveç’e dönük yüzümle yazdığım. Onu aktarmak galiba en iyi cevap olacak bu soruya:

"Sıkışmak bir olgu… Kimsenin özellikle seçtiğini düşünmediğim durum. Maruz bırakıldığımız… Ya da yolun başında, yol boyunca alışkanlıkla seçtiklerimiz yüzünden sonuçta nedeni olduğumuz, sorumlusu olduğumuz… Bu yerkürede, anayurdumda ve bu ülkede önyargılarımızı imal eden ve zevkimize sunan imalathaneler elbette ki yok. Bir yaşı geçtikten sonra anamıza ya da babamıza neden bu kadar benzemeye başladığımızı düşünen şaşkınlarız biz. Belki tek bir hayır ya da evet'i ile ne kadar çok şeyi ve zincirleme bir süreci değiştirebileceğini de bilmeyen... Çok mu severiz o maskelerimizi? Çok mu özel o gözlerimizi kanırta kanırta birbirimize yolladığımız bildik, onlarca, yüzlerce yıllık mesajlarımız? Ne kokuyor böyle serin parfümlerimizin ardında? Hangi göçmen mahallesine en son ne zaman gittik? Ne kadar çok benziyor birçoğumuz birçoğumuza… Saçlarının asimetrik kesim modelleriyle ve o sanki bu dünyayı "becermiş" rahatlıklarıyla ne de farklı o kültür insanlarımız! Var ya, kokan şey en çok yalnızlığımız, çürük mü çürük… Üstelik bu kadar yaralı ama sıcak el, bu kadar acılı ama cesur gülümseme varken bizi bekleyen. Sıkışmak bir olgu… Kimsenin özellikle seçtiğini düşünmediğim durum. Maruz bırakıldığımız… Ya da yolun başında, yol boyunca alışkanlıkla seçtiklerimiz yüzünden sonuçta nedeni olduğumuz, sorumlusu olduğumuz…"

Sergide kaç çalışma yer alacak, hepsi video mu olacak? Nerede açılacak, ne zamana kadar görülebilecek?

Sergi, şimdiye kadar iki grup sergisine katıldığım Tegen 2 sanat galerisinde 27 Şubat cuma günü açılacak ve 15 Mart’a kadar sürecek.

Sergide, şu videolarım sergilenecek: Bak, ne güzel denizkabukları! (2008), İşyeri isveççesi sınıfında İsveç kültürü ve işsizlik üzerine bir tartışma (2009), Catharsis (2008), Paydos vakti (2008), Hesa Fredrik (2009), Neden olmasın? (2009). Sergide ayrıca 2007 tarihli fotoğraf temelli "Asansörler asansörler - ya da gazete dağıtıcısı olarak bir sanatçının portresi" isimli düzenlemem yeralacak.

"Asansörler, asansörler! - ya da gazete dağıtıcısı olarak bir sanatçının otoportresi" isimli düzenlemem, Stockholm'de gece gazete dağıtıcısı olarak çalışırken bindiğim yüzlerce asansörde aynadan çektiğim kendi portrelerimden oluşuyor.

"Bak, ne güzel denizkabukları!"nda, bir çocuk ve akan yolun görüntüsü, oynayan çocukların sesleri eşliğinde iki yetişkin, bu dünyanın karanlık yüzü hakkında sohbet ediyor.

"İşyeri isveççesi sınıfında İsveç kültürü ve işsizlik üzerine bir tartışma" isimli videomdan daha önce sözettim.

"Catharsis" -ki bu hafta Avustralya, Melbourne'da da "Human Emotion Project 2009" kapsamında sergilenmeye başlayacak- geçen yıl kamerama karşı rap yapan birkaç kafası kıyak coşkulu yeni göçmen gencin kaydını içeriyor. Bence bir tür tersten arınma ayininin kaydı... (Gelen bir izleyici yorumu şöyleydi: "Başka bir ülkeye gitmiş, dilsiz kalmış, kimliksiz kalmış kişilerin, o ülkeye götürdükleri dillerini 'duyulur' kılma çabaları ve bunu yaparken de kendi tınıları yerine 'rap'i kullanarak entegre olmaya çalışmaları.")

"Paydos vakti", bir başka 'kayıt" videom ve buranın en bilinir, merkezi, diğer adı "alışveriş" olan caddesi Drotninggatan'daki (Kraliçe Sokağı) sokak çalgıcılarını biraz farklı bir açıdan görüntülüyor.

Yine yeni videolarımdan "Hesa Fredrik", çok kısa (1.48 dak.) Buraların en tuhaf adeti olan, her ayın ilk pazartesi günü, saat 15:00'de çalan, herkesi olası bir hava saldırısı karşısında hazır mı tuttuğu yoksa giderek daha kayıtsız mı kıldığı tartışılır olan güçlü uyarı sirenlerinin sesini, birbiri üzerine binen iki olguya dair kaydımla birleştiriyor: Sahte brezilyalı dansözlerin sokak gösterileri ve afgan mültecilerin açlık grevi. (Bu sirenlerin argodaki adı Hesa Fredrik, yani "sesi -bağırmaktan- kısık Fredrik". Hasbelkader İsveç'in şimdiki Başbakanı ile adaş...)

Bu işler arasında en ilginci aslında "Asansörler, asansörler! - ya da gazete dağıtıcısı olarak bir sanatçının otoportresi". Gece gazete dağıtıcısı olarak çalışırken neden asansörlerde aynalara yansıyan kendinizi fotoğraflama ihtiyacı hissettiniz? Neler gördünüz o fotoğraflarda?

Yukarda sözünü ettiğimiz etiketle en sık karşılaştığım zamanlar, geceleri saat iki ile altı arasında gazete dağıtıcısı olarak çalıştığım, onları yüzlerce apartmandaki binlerce dairenin kapılarındaki posta kutu aralıklarına attığım zamanlardı. Asansörlerle en üst katlara çıkılır, gazeteler teker teker hızla atılarak zemin kata inilir. Bir sonraki apartmana koşulurdu.

O iş, buradaki yeni göçmenlerin büyük bir kısmının sanki bu ülkede yaşayabilmek için vermeleri gereken bir sınavmışçasına geçtikleri, karanlık bir koridordur. İş aslında deneyim, beden gücü ve zeka gerektirir. Ama ücreti çok azdır. Dolayısıyla göçmen işidir ve ben dahil birçok göçmen için zorludur. Deneyim, zihni, bedeni, kolu, parmakları bir tür otomatizme sokmakla ilgilidir. Çünkü her kapı aralığı, her günkü gazete farklı bir yüksekliğe sahiptir ve aynı anda iki el kullanılarak o aralığın yeterince kaldırılması, gazetenin yırtılmadan sokulması ve müşteriyi uyandırmayacak bir yumuşaklıkla kapatılması gerekir. Beden gücü, o iki ya da dört saat boyunca tüm gazeteleri dağıtabilmek işin, neredeyse koşa koşa taşınacak el arabasının ağırlığıyla başa çıkabilmeye yarar. Zeka ise, ellerdeki kitapçıklardaki gazete isimleriyle, her apartmandaki kapı arasında yapılacak eşleştirmenin, iç bahçelere açılan binalarda yolu bulabilmenin, her kapalı kapıyı açacak parola, sensörlü kilit ya da anahtarları doğru ve yerinde seçebilmekle ilintilidir. Tam bir karanlık koridor.

Terlersin sürekli, otomatın yerini bulamazsın, açılması gereken kapı açılmaz, yanlış gazete atarsın ve geri alamazsın, sıkışır da sıkışırsın yani. Sorarsın bir yandan kendine, ben bunun için mi geldim İsveç’e, avundurursun kendini alacağın üç beş kuruşla... Bilmiyorum, belgelemek istedim kendimi asansör aynalarında. Bir tür isyandı. İş zamanında, üstelik atacağın gazetelerle ilgili son hazırlıkları yapman gereken zamanda deklanşöre basmak sanki iyi geldi. İşi aksattığında vazgeçtim. Sonra yine başladım. Sürdü o aylar boyunca.

No comments: